10 Temmuz 2008 Perşembe

DÜNYANIN 7 HARİKASI



1-KRAL MAUSOLEUS'UN MEZARI


2- ZEUS HEYKELİ


3- RODAS HEYKELİ


4- İSKENDERİYE FENERİ


5- BABİL'İN ASMA BAHÇELERİ



6-ARTEMİS TAPINAĞI



7-MISIR PİRAMİTLERİ

1-MAUSOLEUS'UN MEZARI


KRAL MAUSOLEUS'UN MEZARI
Halikarnas'ta (Bodrum), İÖ.353'te ölen Karya Kralı Mausolos için eşi Kraliçe Artemisia'nın yüklü yüklü bir para ödeyerek yaptırdığı anıt mezardır. 15.yy'dan önce bir deprem sonucu çöktü. Bugün büyük anıt mezarlar için kullanılan "mozole" sözcüğü Mausolos'un Halikarnas'taki bu anıtmezarından gelmektedir.
Bu eser bir anıt mezardır. Bugünkü anıtsal mezarlara mozole isminin verilmesinin kaynağı da bu yapıdır. Bugünkü adıyla Bodrum, o günkü adıyla Halikarnas olan yerde yani ülkemizdedir. MÖ 325 yılında Kraliçe Artemis tarafından kocası Mozolos adına yaptırılmıştır. Diğerleri gibi bu eser de yok olmuştur.
Plinius'un bildirdiğine göre, dünyanın yedi harikasından biri sayılan Mausoleum, M.Ö. 350 de Mausolos için karısı Artemisia tarafından yaptırılmıştır.
"Farklı cephelerin süslemeleri ve mükemmelliği birbirini taklit eden farklı sanatçılar tarafından ele alındı. Leochares, Bryaxis, Skopas ve bazılarının düşündükleri gibi Timotheus'un sanatlarının seçkin mükemmelliği o yapıya dünyanın yedi harikası arasında ün kazandırdı." Antik yazarlardan Vitrivius böyle söylüyor. Romalı tarihci Plinius'a göre pteron kare şeklindeydi ve çevresinde 36 tane ion stili sütun vardı. Her sütun arasında bir heykel dikiliydi. Pterondaki kabartmalar Amazonlarla Yunanlıların savaşını gösteriyordu. Pteron üzerinde yirmi basamaklı bir piramit vardı. Piramit beyaz paros mermerindendi. İskenderiye limanının karşısında bulunan paros adasından özel seçilmişti. En üstte quadrika (dört atlı araba) bunun üzerinde ise Mausolos ve Artemisia'nın heykelleri bulunuyordu.
Tüm istilalara ve doğal afetlere karşın Mausoleum İS. 1406 yılına dek ayakta kalmayı başarmıştır. Ta ki Alman mimar Schegelholt tarafından yapılan St. Peters kalenin yapımına dek. Bu zamana kadar 1500 yıl ayakta kaldı. Sadece basamakları görünen yapının derinlerine giderek elde ettikleri mermeri yakıp kireç yaptılar. Bazı kabartmalar duvar taşı olarak kullanıldı. Bazılarının üzeri silinerek oymalar kazındı. 1875 de Sir C. Newton kazılara başlar, bazı friz ve Mausoleon ile Artemision'un heykellerini ve büyük aslan heykelleri İngiliz Britich Museum'a taşındı.
Mausoleion alanı bugün açık hava müzesi olarak düzenlenmiştir. İçeri girildiğinde sağda Bodrum tipi bir ev görülmektedir. Solda görülen uzun yapı içinde Mausoleion'la ilgili kabartmalar, maket ve bazı çizimlerle yapıya ait mimari parçalar sergilenmektedir.
Dünyanın yedi harikasından biri diye tanımlanan Mausoleion'un yükseldiği yer bugün bir çukur olarak görülür. Bu çukurun ne olduğunu anlamak için öncelikle kapalı sergi salonunun gezilmesi gerekir. Taban ölçüleri 32 x 38 metre boyutlarındaki Mausoleion, bir zamanlar uzun kenarı 242,5 kısa kenarı 105 metre olan geniş bir alanın kuzeydoğu köşesinde yükselmekteydi.
Antik yazarların anlattıklarına göre Mausoleion, dört bölümden oluşmaktadır. En altta yüksek bir kaide (podyum); onun üzerinde kenarlarında onbir, kısa kenarlarında dokuz olmak üzere 36 İon sütunlu tapınak şeklinde bir bölüm vardır; onun da üzerinde 24 basamaklı piramid şekilli bir çatı ve en tepede dört atın çektiği araba içinde Mausolos ve Artemisia'nın heykelleri yer almaktadır.
Anıtın yüksekliği konusunda Latin yazarı Plinius bilgi vermektedir. Latinlerin dünyanın yedi harikası olarak gördüğü Mausoleion'un yüksekliği 180 İon ayağıdır. Bu da yaklaşık 55 metredir. Yirmi katlı bir apartmanın yüksekliği kadardır. Sergi salonundaki makette bu ölçü esas alınmıştır.
Antik yazarlar yapının mimarının Pytheos olduğunu kaydetmektedir. Ayrıca Satyros'un adı da geçmektedir. Vitruvius, M.Ö. IV. yüzyılın en önemli dört heykeltraşının bu yapıda çalıştığını kaydetmiştir. Doğuda Skopas, batıda Leokhares, kuzeyde Bryaksis, güneyde Timotheos çalışmıştır. Bryaksis, Karyalı bir sanatçıdır. Diğer sanatçılar Yunanistan'dan getirilmiştir. Dört atlı arabayı Mimar Pytheos'un yaptığı söylenmektedir.
Karya satrabı Mausolos, kendi yönetimi zamanında muhtemelen M.Ö. 355'te yapıya başlamıştır. Onun ölümünden sonra (M.Ö. 353) karısı, aynı zamanda kız kardeşi Artemeisia anıtın yapımını sürdürmüş; onun da ölümünden sonra (M.Ö.351) Mausolos'un diğer kardeşleri inşaata devam etmişlerdir. Muhtemelen, inşaat M.Ö. 340'ta Piksodaros'la Ada arasındaki satraplık mücadelesi sırasında yarım bırakılmıştır.
Anıt mezar ana kayanın kesildiği yerlerden ve yeşil taşlardan anlaşılacağı üzere günümüzde görülen çukurun bulunduğu yerde yükselmekteydi. Anıtı son ayakta görenlerden biri M.S. XII. yüzyılda yaşamış Piskopos Eustathios'tur. Bu anıtının 1500 yıl ayakta kaldığını göstermektedir. Bu tarihten sonra anıtın bir deprem sonucu yıkıldığı sanılmaktadır. 1402'de Saint Jean şövalyeleri Bodrum'a geldiklerinde anıtı yıkık olarak görmüşlerdir. Şövalyeler anıtı taş ocağı olarak kullanmışlar hemen tüm taşlarını sökerek Bodrum Kalesi'ni yapmışlardır. İlk tahribat şövalyeler tarafından 1494'te yapılmıştır. Çukurun en derin yerinde bulunan asıl mezar odası o çağda şövalyeler tarafından bulunamadığı için, yok olmaktan kurtulmuştur. 1522 yılında Saint Jean şövalyeleri kalelerini güçlendirmek istemişler ve çevrede kale yapımında kullanılmak üzere eski yapı taşları aramışlardır. Mausoleion, son tahribata bu tarihlerde uğramıştır. Kalenin güçlendirilmesinde görev alan şövalyelerden de La Touret mezar anıtının tahribini hatırasına yazmıştır. Günümüzde kiremit bir çatı altında kısmen korunmaya çalışılan 12 basamaklı merdiveni nasıl bulduklarını, mezar odasına giden koridorun iki yanındaki heykelleri ve kabartmaları nasıl önce hayranlıkla seyredip sonra da parçaladıklarını anlatmaktadır. Tam mezar odasına girecekleri zaman paydos borusunun çaldığını; asıl odaya girmeden kaleye döndüklerini, ertesi gün geldiklerinde ise mezar odasının açıldığını, her yerde parçalanmış halde kıymetli kumaşlar ve altın ziynet eşyaları gördüklerini yazmıştır.
Bugün mezar odasının girişini kapatan iki tonluk dikdörtgen bloklardan biri koridorun içinde görülmektedir. İngiliz araştırmacı Newton 1856-1857 yıllarında burada yaptığı kazı sırasında taş bloğu orjinal yerine götürmüştür. Kazı sırasında bulduğu kabartmaları, Mausolos ve Artemisia'nın heykellerini, dört atlı arabanın parçalarını British Museum'a götürmüştür.
Daha önce Lord Stratford Canning (Türkiye'de bulunan İngiltere Büyükelçisi), 1846 yılında Padişah Abdülmecit'ten aldığı izinle Bodrum Kalesi'nin duvarlarında görülen Mausoleion kabartmalarını da Londra'ya götürmüştür.
Bugün yarı kapalı sergi salonunda, geçen yüzyıl buradan götürülen kabartmaların ne yazık ki alçı kopyaları sergilenmektedir.
Çukurun güneyinde bulunan ana kaya içine oyulmuş merdivenler burada Mausoleion'dan önce mevcut olan başka bir mezar anıtına aittir. Mausoleion'un yapımı sırasında burası kesilerek örtülmüştür. Ana kaya çok yumuşaktır, yer yer dökülmektedir. Merdivenin dibinde sağda görülen kapı ana kaya içine oyulmuş bir koridora açılmakta koridorun sonunda Arkaik Devre ait (M.Ö. VI. yüzyıl) bir mezar odası bulunmaktadır. Kapı girişinde ve merdiven duvarlarında görülen oyuklar adak yerleridir. Kapının sonunda dipte görülen kanallar "galeri" diye adlandırılmakta, dolan suların boşaltılması için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu galeri de Mausoleion'dan önceye aittir. Koridorun sonunda, solda büyük bir mezar odasına açılmaktadır. Bu oda ana kaya oyulmak suretiyle yapılmıştır. Mausoleion'a bakan yönünde de bir pencere bulunmaktadır. Bu mezar odasının yanında daha önce Newton tarafından açılan bir başka mezar odası varsa da, bu oda Danimarkalıların yaptığı kazı sırasında açılmamıştır. Pencere diye adlandırılan bölümün altında anıtı çevreleyen galerinin devamı görülmektedir. Bacalar yapım kolaylığı sağlamak için açılmıştır. Bacaların bir kısmı kazı alanında görüleceği gibi kuyulara dönüştürülmüştür. Çukurun güneyinde görülen dikdörtgen taş bloklardan yapılmış ayakların neye yaradığı anlaşılamamıştır. Asıl mezar odasına giren merdivenler Newton'un anlattığı gibi ana kaya içine oyulmuş basamaklar değildir. Bu basamakların bir kısmı kesme taşlardan yapılmıştır.
Danimarkalıların yaptığı kazı sırasında merdivenlerin dibinde Newton tarafından kazılmamış alanda boğa, koyun, keçi, horoz ve kumru kemikleri bulunmuştur. Bunlar tören sırasında kurban edilen hayvanların kemikleridir. Mausolos'un öbür dünyada yararlanması için konulmuştur. Burada görülen kanal Mausoleion mezar anıtına aittir.
Açık hava müzesinin doğu bahçe duvarının sağ köşesine yakın bir yerde bulunan kapıdan dışarı çıkıldığında Mausoleion mezar anıtının kutsal alanı çevreleyen peribolos duvarının bir kısmı görülmektedir.
Müze binası kapalı ve yarı açık olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Kapalı bölümündeki topografik harita ve Mausoleion maketi burayı gezenlere yapıyı ve şehri daha iyi bir şekilde tanıtmaktadır.
Bu mezar, Kraliçe Artemis tarafından kocası Mausoleus (Mozoles) için yaptırılmıştır. Karia Kralı Mausoleus, o zamanki adı Halikarnas olan Bodrum (O zamanlar bu bölge Karia olarak anılıyordu) bölgesinde, M.Ö. 377-353 yılları arasında hüküm sürmüştür.
Pythea adlı bir mimarın eseri olan bu mezar bugün ayakta değildir. Ancak, tarihçi Plinius'un anlattıklarına göre yapılan bir resmi vardır. Karia krallığından kalma bazı sikkelerin üzerinde de bu anıtın kabartmalarına rastlanmıştır.
Mezarın kaidesi 25 x 30 metre idi ve İyon stilinde sütunlarla süslenmişti. Tepesinde 4 atlı bir zafer arabası bulunuyordu. Basamaklı bir piramit görünümündeydi.
Anıtın tepesindeki savaş arabasında, Kral Mousoleus ve karısının yanyana oturmuş heykelleri vardı. Dörtnala sürdükleri atların çektiği o arabayla unutulmazlığa doğru yol alıyor gibiydiler.
Anıtın, araba heykeliyle birlikte yüksekliği 45 metreyi geçiyordu. Duvarları kabartmalarla süslüydü. Sütunlar arasında birçok güzel heykel vardı.

150 yıl kadar önce Mozoleyi meydana çıkaran İngiliz arkeologları heykel ve kabartmaları alıp gitmişlerdir. Bu yüzden anıtın yeri bile zor belli olmaktadır. Şimdi bunlar British Museum'da sergilenmektedir.

Bugün Batıda sanat değeri olan ve anıt niteliğinde bulunan mezarlara Karia kralı Mousoleus'un adı verilmektedir. Bu anıt bir depremde yıkılmıştır. Yıkılan sütun ve taşların bir kısmını, Rodos şövalyeleri başka bir yapıda kullandılar.

2-ZEUS HEYKELİ




OLİMYPİYAT' DAKİ ZEUS HEYKELİ


Eski zamanlarda Yunanlıların en büyük festivali, "Tanrıların Kralı Zeus" onuruna düzenlenen Olimpiyat Oyunlarıydı. Bugünkü Olimpiyat oyunlarına benzeyen bu müsabakalarda Anadolu, Suriye, Mısır, Yunanistan ve Sicilya'dan atletler yarışırlardı. Olimpiyatlar ilk kez M.Ö. 776'da başladı. Oyunlar 4 yılda bir düzenleniyordu ve Yunan şehir devletlerinin bütünlüğünü sağlamaya yardımcı oluyordu. Yunanlılar, Yunanistan'ın batı kıyısında Peloponnesus denen bölgedeki Olympos'ta Zeus adına bir tapınak yaptırmışlardı. Kutsal oyunlar süresince, şehir devletleri arasındaki savaşlar kesiliyor ve oyunlar için Olympos'a gidecekler için güvenli bir geçiş imkanı sağlanıyordu.



Oyunların yapıldığı yerde bir stadyum ve kutsal bir koruluk vardı. Yunanlılar ilk zamanlarda basit bir yapısı olan tapınağın yerine, zaman içinde oyunların öneminin artmasıyla, yeni ve tanrıların kralının adına yaraşır bir tapınak yapmak istediler. Bunun için Elis'li Libon yeni bir tapınak yapmaya başladı ve M.Ö. 456'da Zeus tapınağı bitirildi.



Tapınak dikdörtgen bir platform üzerine inşaa edilmişti. Binanın yanlarında yer alan 13 adet büyük sütun, tavanı destekliyordu. Her köşede 6 adet sütun vardı. Üçgen şeklindeki tavan heykellerle doldurulmuştu. Kolonların üzerindeki pedimentler, Heracles'in heykelleriyle süslüydü. Tapınağın içerisinde tanrıların kralı Zeus'un görkemli bir heykeli yer alıyordu.



Heykeli, Atina'daki Parthenon tapınağı için Athena heykelini yapan Phidias yapmıştır. Heykel tapınağın batı ucuna yerleştirilmişti. 7 metre genişlikte ve yaklaşık 12 metre yüksekliğindeydi. Zeus, özenle hazırlanmış tahtında oturur şekildeydi. Başı neredeyse tavana değiyordu. Sağ elinde zafer tanrıçası Nike'ı tutuyordu. Sol elindeyse üzerinde çeşitli metallerden kakmalar olan ve üzerinde kartal olan bir hükümdar asası vardı. Altın, abanoz, fildişinden yapılmış olan ve değerli taşlardan kakmaların bulunduğu Zeus'un oturduğu taht, heykelin kendisinden daha etkileyiciydi. Üzerinde, Yunan tanrılarının ve sfenks gibi mistik hayvanların oyma figürleri yer alıyordu.










Heykelin derisi fildişinden, sakalı, saçları ve elbisesi altındandı. Tasarım, bir ahşap çerçeveye altın ve fildişi levhaların tutturulmasıyla yapılmıştı. Olympos'un havası çok fazla önemliydi. Bu yüzden fildişi levhaların çatlamaması için tapınağın altındaki özel bir havuzda bulundurulan bir yağ ile sürekli yağlanıyordu.


Roma imparatoru Theodosius I, M.S.255 yılında, bir dinsiz adeti olduğu gerekçesiyle olimpiyatları durdurdu. Daha sonra zengin Yunanlılar, heykeli Bizans'a taşıdılar. Heykel, M.S.462 yılında çıkan bir yangında yok oldu.



Olympos'ta 1829'da Fransızlar tarafından burada bulunan bazı heykel parçaları Paris'te Louvre müzesinde sergilenmektedir.



Bugün, bölgedeki stadyum restore edilmiştir. Zeus tapınağıyla ilgili birkaç sütun haricinde hiçbir şey kalmamıştır. Heykel ise tamamen yok olmuştur. Ancak, o döneme ait bulunan paralar üzerindeki resimlerden, mabedin şekli hakkında ipuçları elde edilebilmiştir





3-RODAS HEYKELİ




Güneş Tanrısı Helios'un tunçtan yapılma dev heykeliydi ve Rodos limanının ağzında bulunuyordu; Ama çoğu kez sanıldığı gibi heykelin bacakları arasından gemiler geçmiyordu. Heykel yaklaşık 32 m yüksekliğindeydi ve İÖ.304'teki başarısız Rodos kuşatmasından kalma tunç gereç ve silahların eritilmesiyle yapılmıştı. Rodos Heykeli, İÖ.280'den 255'e kadar, gemicilere karayı gösteren bir işaret görevi gördü ve daha sonra adayı sarsan bir deprem sonucu yıkıldı.


Rodosluların Rodos limanının girişine diktikleri bu heykel söylenenlere göre o kadar büyüktü ki, ayaklarının biri limanın bir girişine, diğeriyse diğer girişine basıyordu. Böylece limana girmek isteyen gemiler bu ayakların altından geçiyordu. Tanrı Zeus'u temsil eden bu bronz heykelin boyu 30 metreyi buluyordu. 224 yılında bir depremle yıkıldığı sanılan heykelin elindeki meşaleyi yakmak için ayaklarının içinden başlayan bir merdivenle yukarı kadar çıkılabiliyordu.


Rodos'un ilk sakinleri olan Dor'lar, Argos'tan gelen denizci bir kavimdi ve güneş ilahı olan Helios'a taparlardı. Dor'lar Rodos'ta en parlak devrini M.Ö. 3. asırda yaşayan bir medeniyet kurdular. Mısır ve Fenike'nin ürünlerini alıp satarak zengin oldular. Adayı kültür-sanat merkezi, güzel konuşma ve felsefe okulu haline getirdiler.


Dor'lar, Makedonya Kralı Demetrios'la yaptıkları bir savaşı kazandıktan sonra, zafer anıtı olarak ve ilahları Helios'a şükran borçlarını ödemek için, Rodos limanının girişine büyük bir Helios heykeli yaptılar. M.Ö.281-280 yılında yapılan 32 metre yüksekliğindeki bu tunç heykel, elinde bir meşale tutuyordu. Bu haliyle Newyork limanındaki Hürriyet Heykeli'ni andırıyordu.


Rodoslular bu heykelin kendilerini ve adayı koruduğuna inanırlardı. Bu nedenle her yıl "Helicia" denilen şölenler düzenler, bu heykelin dibinde dört atlı bir arabayı denize atarlardı. İnanışlarına göre, Helios böyle bir arabayla dünyayı dolaşarak insanları gözetlerdi.

4-İSKENDERİYE FENERİ




Mısır'da İskenderiye Limanı'nın karşısındaki Pharos Adası üzerine yapılmıştı. Romalılar Mısır'ı ele geçirdikten sonra burada Ptolemaios (Batlamyus) olarak anılan bir devlet kurmuşlardı. İnşaası M.Ö. 285-246 yılları arasında süren Fener, bu devletin ilk iki kralı Ptolemy-Batlamyus-Soter ve Ptolemy tarafından yaptırılmıştı.



Kaidesi ile birlikte 135 metre yüksekliğinde olan fener, beyaz mermerden yapılmıştı. Tepesinde bulunan, tunçtan yapılmış büyük bir ayna 70 kilometre uzaklıktan görülüyor ve limana giren gemilere rehberlik ediyordu.


Üç bölümden oluşan fenerin mimarı Knidos'lu Sostratus'tur. Alt bölümü dikdörtgen şeklinde ve yaklaşık 55 metre yüksekliğindeydi. Orta bölüm, yukarıya doğru giden rampası olan bir silindir şeklindeydi. Yaklaşık 27 metre yüksekliğindeydi. Üst bölüm ise silindir şeklindeydi ve üzerinde alevin bulunduğu bir odası vardı.






İskenderiye Feneri, antik çağın yedi harikası içinde günlük yaşam için kullanılan tek eserdir. Ayrıca yedi harikanın ve gelmiş geçmiş deniz fenerlerinin en yüksek olanı da bu fenerdir.



Üst kısmı M.S. 955 yılında bir deprem ve fırtınada kopan fenerin gövde kısmı da 1302'de başka bir depremde yıkıldı. 1500 yılında ise bu yapıya ait kalıntılar tamamen yok oldu.



Üzerinde inşaa edildiği adadan dolayı Pharos olarak anılmış ve bu kelime bir çok dile yerleşmiştir. İspanyolca, Fransızca ve İtalyancada Pharos, deniz feneri anlamına gelmektedir. Yıkılmadan önce yapılan resimleri, dünyadaki deniz fenerlerine yüzlerce yıldan beri örnek olmuştur.


5-BABİL'İN ASMA BAHÇELERİ




M.Ö. 450'li yıllarda tarihçi Herodot "Babil, yeryüzünde bilinen bütün diğer şehirlerin ihtişamını aşar." demiştir. Herodot, şehrin dış duvarlarının 80 kilometre uzunlukta, 25 metre kalınlıkta ve 97 metre yükseklikte olduğunu ve 4 atlı bir arabanın gezinmesine uygun olduğunu belirtmiştir. İç duvarlar, dış duvar kadar kalın değildi. Duvarların içinde som altından yapılmış büyük heykeller bulunan kaleler ve tapınaklar vardı. Şehrin içinde ünlü Babil Kulesi vardı. Bu kule, Tanrı Marduk'a yapılan bir tapınaktı ve cennete ulaşmak için göğe doğru yükseliyordu.



Babil, M.Ö. 605'den itibaren 43 yıl hüküm süren kral Nebuchadnezzar tarafından yapılmıştır. Daha zayıf bir rivayete göre ise M.Ö. 810 yılından itibaren 5 yıl hüküm süren Asur kraliçesi Semiramis tarafından yapılmıştır.


Bahçeler Nebuchadnezzar'ın sıla hasreti çeken karısı Amyitis'i neşelendirmek için yapılmıştı.Amytis, Medes kralının kızıydı ve iki ülkenin müttefik olması amacıyla Nebuchadnezzar ile evlendirilmişti. Onun geldiği ülke yeşil, engebeli ve dağlıktı. Mezopotamya'nın bu dümdüz ve sıcak ortamı onu depresyona itmişti. Kral, karısının sıla hasretini gidermek için onun memleketinin bir benzerini yapmaya karar verdi. Yapay dağlar ve suların akacağı büyük teraslar yaptırdı.


Yunanlı coğrafyacı Strabo'nun M.Ö. birinci yüzyıldaki tanımlamasına göre, bahçeler birbiri üzerinde yükselen kübik direklerden oluşuyordu. Bunların içleri çukurdu ve büyük bitkilerin ve ağaçların yetişebilmesi için toprakla doldurulmuştu. Kubbeler, sütunlar ve taraçalar pişmiş tuğla ve asfalttan yapılmıştı. Yüksekteki bahçeleri sulamak için Fırat nehrinden zincir pompalarla su yukarılara çıkarılıyordu. Zincir pompa, biri yukarıda, diğeriyse su kaynağında bulunan iki büyük volana gerili, üzerinde kovalar bulunan bir sistemdi. Nehirden dolan kova yukarıya çıkıyor içindeki suyu havuza boşaltıp tekrar nehre dönüyordu. Bu şekilde üst seviyelere taşınan su, bahçeleri sulayarak teraslardan aşağıya doğru akıyordu.









Yunanlı tarihçi Diodorus'a göre bahçeler yaklaşık 120 metre genişlikte ve 120 metre uzunluğunda ve 25 metre yüksekliğindeydi.








Ninova'daki Asurbanipal kitaplığında bulunan çivi yazısı tabletlere göre Babil'de 53'ü büyük, 650'si küçük olan toplam 703 tapınak, 360 sunak, 2 ayin yolu, 24 büyük cadde ve 3 kanal vardı. Şehir dörtgen bir plana göre kurulmuştu. Biri iç, diğeri dış olmak üzere 16,5 kilometre uzunluğunda 2 surla çevriliydi. Surların dışında bütün şehri çevreleyen su hendekleri de vardı.









İstilalar yüzünden sönmeye başlayan şehir, özellikle Pers Kralı Keyhüsrev'in Babil'i fethetmesinden sonra sönmeye başlamış, M.S. 5 ve 6. yüzyıllarda kumlara gömülmüş ve bir kum dağı haline gelmiştir. Bu şehrin, içindeki tapınakların ve asma bahçelerin kalıntıları ancak 20. yüzyılda yapılan kazılarla meydana çıkarılabilmiştir.

6-ARTEMİS TAPINAĞI




Tanrıça Artemis adına ilk türbe M.Ö.800'lü yıllarda Efes'teki nehrin yakınındaki bataklık kıyıya yapılmıştı. Bazen Diana da denen Efes tanrıçası Artemis, Yunan Artemis'iyle aynı değildi. Yunan Artemis'i av tanrıçasıydı. Efes Artemis'i ise belinden omuzlarına kadar birçok göğüsle resmedildiği gibi verimlilik, bereket ve doğurganlık tanrıçasıydı.


Bu eski tapınakta muhtemelen Jüpiterden düşen bir meteorit olduğu düşünülen kutsal birtaş vardı. Tapınak, sonraki yüzyıllarda birkaç kez tahrip olmuş ve yeniden inşaa edilmiştir. M.Ö.600'lerde Efes şehri büyük bir ticaret limanı haline geldi ve Chersiphron adlı bir mimar yüksek taş kolonları olan yeni ve büyük bir tapınak inşaa etti.


Lidya kralı Croesus, M.Ö.550'de Efes'i ve Anadolu'daki diğer Yunan şehirlerini fethetti. Bu savaş sırasında mabet tahrip oldu. Croesus, mimar Theodorus'a daha öncekilerin hepsini gölgede bırakan yeni bir mabet yaptırdı. Yeni tapınak öncekinin 4 katı büyüklükte 90 metre yükseklikte ve 45 metre genişlikteydi. Masif bir çatı, yüzden fazla taş sütunla destekleniyordu


M.Ö. 356'da Herostratus adlı biri tarafından çıkarılan bir yangında yanarak tahrip oldu. Bundan kısa bir süre sonra o günün en ünlü heykeltraşı olan Scopas'lı Paros tarafından yeni bir mabet yapıldı. Romalı tarihçi Pliny'ye göre yeni tapınak, 130 metre uzunlukta ve 68 metre genişlikteydi. Tavanı, yükseklikleri 18 metre olan 127 adet sütun destekliyordu. İnşaat 120 yıl sürmüştü. Büyük İskender M.Ö.333'de Efes'e geldiğinde tapınağın inşaası hala devam ediyordu.






M.S. 57'de St. Paul hristiyanlığı yaymak için Efes'e geldi. O kadar başarılı oldu ki bundan, şehrin demircisi ve tapınaktaki heykellerin sahiplerinden birisi olan Demetrius büyük bir korkuya kapıldı. Çünkü Demetrius tapınaktaki heykellerin bir kısmının sahibiydi ve her yıl tapınağa hacca gelenlerden iyi bir geliri vardı ve insanların dinini değiştirmesi demek onun geçimini kaybetmesi anlamına geliyordu. Birlikte ticaret yaptığı diğer kişileri de yanına alan Demetrius heyecan verici ve "Yaşasın Efesliler'in Artemisi" diye biten bir söylev yaptı ve halkı galeyana getirdi. Hemen sonra St. Paul'un yardımcılarından ikisini tutukladılar. Bunu bir isyan takip etti. Sonuçta St. Paul, tutuklanan yardımcılarıyla şehri terketti ve Makedonya'ya geri döndü.
262'de Gotların bir akını sırasında büyük Artemis tapınağı yakılıp yıkıldı. Bir yüzyıl sonra Roma İmparatoru Constantine şehri yeniden inşaa ettirdi. Fakat hristiyan olduğu için tapınağı restore ettirmedi.Constantin'in çabalarına rağmen Efes eski günlerine dönemedi. Çünkü gemilerin demirlediği liman yokolmuştu. Nehrin taşıdığı alüvyonlar tarafından deniz şehirden uzaklaşmıştı. Zamanla şehir sakinleri kenti terkettiler. Mabetin kalıntıları başka yapıların ve heykellerin yapılmasında kullanıldı.
British Museum'dan John Turtle Wood 1863'de tapınağı araştırmaya başladı. 1869'da 6 metre derinlikte, çamurların içinde tapınağın temellerini buldu. Bulduğu heykelleri ve bazı kalıntıları British Museum'a götürdü.
1904'de yine aynı müzeden D.G. Hograth'ın liderliğindeki bir ekip kazılara devam ettiler ve sitede birbirinin üzerine inşaa edilen 5 tapınak olduğunu keşfettiler. Bugün gelen ziyaretçilere tapınağın yerini belli etmek için, bataklık halinde olan bölgeye sadece bir tek sütun dikilmiştir.

9 Temmuz 2008 Çarşamba

7-MISIR PİRAMİTLERİ


Binlerce yil önce yapılan piramitlerde bugün bile hala binlerce sır yatmaktadır.O tarihlerde piramitleri yapan insanlar herhalde metre kavramını bilmiyorlardı.Ve bütün bunları göz kararıyla yapmalarda imkansız.Bugün bile çok düzenli bir şekilde yapılan gökdelenlerde çok hafif bir sapma söz konusu olabiliyor.Peki o zamanlar bunları yapan insanlar ölçüm için ne kullandılar.Saniye mi?Arsin birimi mi?Mısır endazesi mi?Bilemiyoruz.Şimdi bu piramitlerde, özellikle Gize bölgesindeki büyük piramidin çeşitli oranlarda ölçümlerine bir bakalım.Bunlarin hepsi bir rastlantı mi?Olabilir.Ama bu kadar çok rastlantıda insani düşündürüyor!
Piramitlerin Gizemi

Her biri 20 ton olan taşlardan inşa edilmiştir ve bu taşları temin edilebilecek en yakın mesafe yüzlerce kilometre uzaklıktadır. Bu taşların nasıl getirildiği konusunda kesin olmayan farklı varsayımlar bulunmaktadır.

Piramit, kimin adına yapıldıysa, onun bulunduğu odaya, yılda sadece 2 kez güneş girmektedir. (doğduğu ve tahta çıktığı günler)
Mumyalarda radyoaktif madde bulunduğundan mumyaları ilk bulan 12 bilim adamı kanserden ölmüştür.

Piramitlerin içerisinde ultra pound, radar, sonar gibi cihazlar çalışmamaktadır.

Kirletilmiş suyu, birkaç gün Piramit’in içine bırakırsanız; suyu arıtılmış olarak bulursunuz.

Piramit’in içerisinde süt, birkaç gün süreyle taze kalır ve sonunda bozulmadan yoğurt haline gelir.

Bitkiler Piramit’in içinde daha hızlı büyürler.

Piramit’in içine bırakılmış su, 5 hafta süreyle bekletildikten sonra yüz losyonu olarak kullanılabilir.



Çöp bidonu içindeki yemek artıkları, hiç koku vermeden Piramit içinde mumyalaşır.
Kesik, yanık, sıyrık gibi yaralar büyükçe bir Piramit’in içinde daha çabuk iyileşme eğilimi gösterir.

Piramitlerin bazı odalarının içinde ne olduğu hakkında bir bilgi yoktur; araştırmacıların çoğu, ya içinde kayboldular ya da aynı yerde birkaç tur attılar, fakat içlerini göremediler.

Piramitlerin içi yazın soğuk kışın sıcak olur.

Büyük Piramitin açıları,Nil’in delta yöresini iki eşit parçaya bölerler.

Giz’deki üç piramit aralarında bir Pitagor üçgeni olacak şekilde düzenlenmişlerdir.Bu üçgenin kenarlarının birbirlerine göre oranı 3:4:5′dır.

Büyük Piramit'in tabicinin yüzeyi,anıtın yarısının iki katına bölündüğünde pi=3,14 sayısı elde edilir.
Büyük Piramit'in dört yüzeyinin toplam yüzölçümü,piramit yüksekliğinin karesine eşittir.

Büyük Piramit,dünyanın kara kitlesinin merkezinde yer alıyor.

Büyük Piramit,dört ana yöne göre düzenlenerek inşa edilmiştir.

Piramit dev bir güneş saatidir.Ekim ortasıyla Mart başı arasında düşürdüğü gölgeler mevsimleri ve yılın uzunluğunu gösterirler.Piramit'i çeviren tas levhaların uzunluğu bir günün gölge uzunluğuna eşittir.Bu gölgelerin tas levhalar üstünde gözlenmesiyle günün 0,2419 bölümünde yılın uzunluğu yanlışsız olarak saptanabiliyordu.
Büyük Piramit’le dünyanın merkezi arasındaki uzaklık,Kuzey kutbuyla arasındaki uzaklığa eşittir ve kuzey kutbuyla dünyanın merkezi arasındaki uzaklığa eşittir.
Gözde’den geçen boylam,dünyanın denizleriyle anakaralarını iki esit parçaya böler.Bu boylam ayrıca,kara üstünden geçen en uzun kuzey-güney yönlü boylam olup,bütün yer kürenin uzunluğuna ölçümünde doğal sıfır noktasını oluşturur.

Büyük piramit'in tepesi Kuzey kutbunu,çevresi ekvatorun uzunluğunu temsil eder.Ve iki uzunluk ayni mikyasa uygunluk gösterir.

Gize piramitleri tahmini olarak M.Ö 3000 yıllarında eski krallık döneminde yapıldığı zannedilmekte. Bunlar; Keops, Kefren ve Mikerinos piramitleridir ve isimlerini aldıkları firavunlar tarafından yaptırılmıştır.

Kefren Piramidi Gize piramitleri dünyanın en büyük piramitlerdir. Bunlarla birlikte ve Mısır’da yüzlerce irili ufaklı piramit mevcuttur. Gize piramitlerini diğerlerinden ayıran farkların başında içlerinde yazı bulunmaması ve nasıl yapıldıklarının hala çözüme ulaşmamış olmasıdır.
Keops’un oğlu Kefren için yapılmış piramit 136 metre yüksekliğe sahip.

Kefren piramidinin dış yüzeyinde yer alan kaplamalar bugün sadece tepesinde görülebilmekte.
Gize piramitlerinden İçi ziyaret edilebilen tek piramit olan Kefren piramidinin mezar odası.Piramitler ile ilgili çeşitli matematiksel bulgular arasında ilginç olanları şunlar: Keops piramidinin yüksekliğinin 1 milyarla çarpımı yaklasık olarak güneşle dünyamız arasındaki mesafeyi veriyor. (149.504.000km)
Piramitlerin üzerinden geçen meridyen karaları ve denizleri tam iki eşit parçaya bölüyor. Keops Piramidinin Taban çevresinin, yüksekliğinin 2 katına bölünmesinin pi=3.14 sayısını veriyor.
Piramitlerin üzerinden geçen meridyen karaları ve denizleri tam iki eşit parçaya bölüyor. Keops Piramidinin Taban çevresinin, yüksekliğinin 2 katına bölünmesinin pi=3.14 sayısını veriyor.
Piramit'in yüksekliğiyle,çevresi arasındaki oran,bir dairenin yari çapıyla çevresi arasındaki oranın dengidir.Dört kenarlar dünyanın en büyük ve çarpıcı üçgenleridir.

KEÇİ AYAKLI PAN



Hermes'in bütün çocuklarının en efsanevi olanı, sürülerin, çobanların ve kırların tanrısı olan Pan idi. Pan dağlık Arkadia'da doğmuştu. Efsaneye göre Hermes genç bir Nympha ile evlenmek için kızın babasının yanında çoban olarak çalışmaya başlamış. Onun koyunlarını gütmüş ve kısa bir süre sonra hem babanın hemde kızın gönlünü kazanmış. Böylece sevdiği kızla evlenebilmiş. Bu evliliğin sonucunda keçi ayakları ve kuyruğu ile Pan dünyaya gelmiş. Alnında iki boynuzu çenesinde de bir teke sakalı varmış.



Ormanlarda, kayalarda ve mağaralarda yaşayan Pan, sürüleri göz etmekten, perileri seyretmekten, flüdünün ahenkli sesleri ile çobanları şaırtmaktan büyük zevk alırdı. Ama bazen de kötü niyetli kötü bir varlık gibi ıssız yerlerde, dağ başlarında, yolunu şaşıran, tek kalan insanlara görünür onları korkuturdu. Bütün tabiat zevkleri ve aynı zamanda korkuları Pan'dan gelirdi.

NIOBE'NİN KAYA OLUŞU


Niobe, Lydia kralı Tantolos'un kızı, Thebai kralı Amphion'un ise karısıydı. Çok kibirli ve hırslı bir kadındı. Hepsi birbirinden güzel tam oniki tane çocuğu vardı. Altısı kız, altısıda erkekti. Bundan dolayı kendini öyle beğeniyordu ki Thebai kadınlarının büyük saygı duydukları Tanrıça Leto'yla sadece iki çocuğu var diye alay ediyordu. Niobe daha fazla çocuğu olduğu için tanrıça Leto'dan daha çok saygı görmesi gerektiğini söylüyordu.
Leto bunları duyunca çok üzüldü. Bunun yanında çok da öfkelenmişti. İki tanrıya ana olan bir kadına hakaret ettiği için Niobenin cezalandırılmasını istedi. Çocukları Artemis ve Apollon'u yanına çağırarak durumu anlattığında iki kardeş Niobe'ye hak ettiği cezayı vermek için derhal harekete geçtiler.
Niobenin altı oğlu Kitheron dağının kayalıklarla örtülü sarp yamaçlarında avlanırlarken Apollo öğle vakti onları kıstırdı ve görünmez okları ile altısınıda yere serdi. Haber duyulunca altı kız kardeş, kardeşlerinin ölülerinin bulunduğu dağa koştular. Fakat yol çok uzundu veonlar oraya ulaşana kadar gece olmuştu. Karanlıkla birlikte Artemis de gök yüzünde parlamaya başladı. Annesini üzen kadının kızlarını görünmez okları ile avladı. Tam dokuz gün hiç kimse dağa çıkıp oniki kardeşin cenazelerini almaya cesaret edemedi. Bu yüzden cenaze törenleri de yapılamadı. Niobe çocuklarının başına gelen bu felaketten dolayı günlerce ağladı kendini yerden yere vurdu. Acısı öyle büyüktüki çocuklarının öldükleri dağa çıkıp Zeus'tan kendisini kayaya çevirmesini istedi, ve Zeus'ta bu acılı anne'nin isteğini yerine getirip onu çocuklarının cenazesinin başında kayaya çevirdi.

LYDIA'LI ARAKNE'NİN ÖRÜMCEK OLUŞU




Athena insanların yaptığı bütün sanatların ve işlerin, özellikle kadınların yaptıkları ince nakışların işlemelerin koruyucusu idi. Hera'nın gelinliğini kendi elleri ile hazırlamıştı. Bu gibi işlerde oldukça başarılı olan Yunanlı kadınlar sanatlarını Athena'yı çalışırken seyrederek öğrendiklerini, onun öğütlerini dinlediklerini söyleyerek övünürlerdi. Fakat iyi kalpli yumuşak Athena'nın da zaman zaman öfkeye kapılıp kalp kırdığı, intikam aldığı olurdu.


Efsaneye göre Lydia'lı güzel bir kız olan Arakne gergef işlemekte, oya yapmakta o kadar başarılıymış ki arada sırada Nympha'lar bile, ormanlardan ve su başlarından ayrılarak onu izlemeye gelirlerdi. Bir gün periler ona bu güzel sanatı bu kadar hoş geregef işlemeyi sana Zeka Tanrıçasımı öğretti diye sordular. Arakne ise "O kim benimle boy ölçüşebilir, ben bu işte herkesi hatta Athena'yı bile geride bırakırım " diye karşılık verdi.



Athena bütün bunları duymuştu. İhtiyar bir kadın şekline girerek Arakne'nin yanına geldi. "Kızım " dedi " İhtiyarlık insana yalnız keder ve üzüntü getirmez, tecrübe de getirir. Öğütlerimi yabana atma, evet sen sanatında çok başarılısın, bütün kadınları, kızları geçebilirsin fakat bir tanrıçanın gücü, sanatı herşeyin üstündedir. Kendini okadar büyük görme.


"Ben gurura kapılmıyorum, kendimi büyük görmüyorum, gerçeği söylüyorum. İsterse Athena gelsin, ben onunlada yarışa girerim dedi.


İşte geldi" diyerek zeka tanrıçası ihtiyar kadın şeklinden çıktı ve kendi tanrısal görüntüsüne büründü.


"Sen ölmeyeceksin fakat benimle boy ölçüşme cesaretini gösterdiğin için hayatını ağ üstünde asılı olarak geçireceksin" diyerek Arakne'yi bir örümceğe çevirdi.

OLYMPOS TANRILARI KUŞAK ÇİZELGESİ

a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi_Jo2Wk2A8b834SjFv9YRbUQ3IaNknxwlL43uajyDCVicMrtCNoebk3xmU610KCNhhwm1EUo4Av_GjTP2XOpITKfdDgH85Wz-num4kY-2rYUsEhyphenhyphenhr7Qt30m84CSzsppgKyey0cNfr4P8/s1600-h/olympos_tanri.jpg">

KRAL MİDAS'IN KULAKLARININ UZAMASI



Efsaneye göre Marsyas adındaki bir Satiros (Keçi ayaklı, sivri kulaklı yarı insan yarı hayvan yaratıklar) bir gün kırlarda dolaşırken Athena'nın icat ettiği ancak çalarken yüzü çirkinleştiğinden fırlatıp attığı flütü bulmuş. Bir tanrıçanın eseri olduğu için çok güzel sesler çıkaran flütü çalmaya başladı..ve bir süre sonra marifetin kendisinde olduğuna inanmaya başlayarak kendini Apollon'a rakip görmeye başladı. Bunun üzerine Apollon kazananın kaybedene istediğini yapabilmesi şartıyla Marsyas ile bir yarış yapmaya karar verdi.


Apollon'un arkadaşları olan Musa'lar ve Phrygia (Fyrigia) kralı Midas yarışmada hakem oldular. Apollon gitarı ile çok güzel şarkılar çalarak ortalığı inletti. Marsyas da flütü ile ondan geri kalmayarak çok güzel şarkılar çaldı. Hakemler tereddüt ediyorlardı. Bunun üzerine Apollon Lir'ini eline aldı. Okadar güzel o kadar hoş şarkılar çaldı ki dağlar taşlar heyecandan titrediler. Marsyas Apollon gibi çalamayacağını itiraf etmek zorunda kaldı. Apollon anlaşma gereği Marsyas'ı ölümle cezalandırdı. Yarışma sırasında Marsyas'ın tarafını tutarak onun daha iyi çaldığını iddia eden Midas'a da ceza verdi. Onun kulaklarının iyi işitmediğini söyleyerek insanlara özgü kulakları ona uygun görmedi ve Midas'ın kulaklarını uzatarak eşek kulaklarına çevirdi. Midas kulaklarından öyle utanıyordu ki sürekli başında bir kalpakla dolaşmaya başladı. Fakat berberi saçlarını keserken kulaklarını farketmişti. Midas hiç kimseye anlatmama şartıyla berberine yaşamını bağışladı. Fakat berber bu sırrı içinde saklamakta çok zorlandı. Birilerine söylemezse patlayacağını düşünüyordu, diğer yandan söylediği taktirde Kral'ın kendisini öldürmesinden korkuyordu. Sonunda bir gün daha fazla dayanamayarak ıssız bir yerde bir çukur açtı, ve oraya eğilerek yavaşça "Haberiniz varmı, Kral Midas eşek kulaklıdır" diye fısıldadı. Bunu söyleyince üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi oldu ve rahatladı. Fakat kazdığı çukurun yanındaki kamışları hesaba katmamıştı. Kamışlar rüzgarla sallandıkları zaman "Midas'ın kulakları eşek kulakları, Midas'ın kulakları eşek kulakları" diye sırrı her tarafa yaydılar.

İLK KADININ YARATILMASI "PANDORA"




Prometheus'un kurnazlıkla çalarak insanlara verdiği akıl onları şımartınca Zeus o zamana kadar yalnız erkeklerden ibaret olan insan topluluğuna ceza vermek istedi ve onlara kadını gönderdi. Zeus , oldukça başarılı bir usta olan oğlu Hephaistos'tan kadını yaratmasını istedi. Hephaistos babasının isteği üzerine çamuru su ile yoğurdu ve görenleri şaşırtacak güzellikte bir kadın vücudu yarattı.


Olympos'ta oturan tanrıçaların en güzeli olan ve kendi karısı olan Aphrodite'in vücudunu model olarak kullanmıştı. Heykel bitince onun kalbine ruh yerine bir kıvılcım koydu. O zaman heykelin gözleri açıldı. Kolları bacakları kıpırdamaya ve dudakları konuşmaya başladı. Onu süslemek için bütün tanrılar ve tanrıçalar yardım ettiler. Herkes kendisinden ona bir şey armağan etti ve ona Rumca "bütün armağan" anlamına gelen Pndora adını taktılar. Athena ona güzel bir kemer, süslü elbiseler verdi. Letafet perileri Kharites beyaz göğsüne parlak altın gerdanlık taktılar. Aphrodite başına güzellikler saçtı. Güzel saçlı Horalar ilkbahar çiçekleriyle onu süslediler. Hermes Pandora'nın kalbine, hıyanet ve aldatıcı sözler yerleştirdi. Zeus da ona esrarlı bir kutu armağan etti ve ona dediki; Sakın verdiğim kutuyu açma, içindeki iyi şeyler uzaklara kaçar ve onların yerine fenalıklar gelir, seni rahatsız ederler. Bu kutuyu iyi sakla bütün insanların saadeti ve felaketi bu kutunun açılıp açılmamasına bağlıdır. Böyle dedikten sonra baş tanrı ilk kadını yeryüzüne indirdi ve Prometheus'un kardeşi Epimetheus'a gelin olarak gönderdi. Prometheus kardeşine Zeus'dan hiç bir şekilde hediye kabul etmemesini tembih ettiği halde Pandora'nın güzelliğine hayran kalan Epimetheus öğüdü tutmadı ve onunla evlendi.


Pandora da tıpkı tüm kadınlar gibi doğuştan meraklı olduğunda dünyaya gelir gelmez kutunun içinde ne olabileceğini düşünmeye başladı ve Zeus'un uyarısını unutarak kutuyu açtı. Kutunun içindeki hastalık, keder, ıstırap, yalan, riya gibi insanları rahatsız edecek ve onları felakete sürükleyecek ne kadar kötülük varsa hepsi açılan kutudan kuşlar gibi uçuştular. Pandora hatasını anlayarak biraz sonra kutuyu kapadı ancak kutuya kapatılan kötülüklerin arasında, insanları yaşatacak, teselli edecek "ümit" te vardı. Fakat ümit dışarı çıkamamış kutuda kalmıştı.. Böylece Zeus ilk kadını beraberinde kötülüklerle dolu bir kutuyla yeryüzüne yollayarak insanlardan intikam almıştı.

İNSANIN YARATILIŞI

Titan İapetos'un dört oğlu olmuştu. Bunlardan Menoitios ve Atlas; Zeus'e başkaldıran Titan'larla beraber olduklarından cezalandırılmışlardı. Menoitios hainliğinden ve ölçüsüz cüretinden dolayıErebes'e daldırılmışrı. Atlas ise dünyanın öbür ucunda ve Hesperides'lerin önünde omuzlarına gök kubbesini yüklenerek ayakta beklemek cezasına çarptırılmıştı. Diğer iki kardeş Prometheus ve Epimetheus'un kaderleri daha farklı oldu. Her ikiside insanın yaratılışında önemli rol oynadılar.


Olympos tanrılarının kudretine ve kuvvetine karşılık Prometheus'ta kurnazlık ve zeka vardı. Titanların meşhur isyanları sırasında tarafsız davranan bir Titan olduğu halde baş tanrı kendisine başkaldırmadığı, tersine saygı gösterdiği için Prometheus'u Olympos'a ölmezler arasına kabul etmişti. Fakat kendi ırkını mahveden Zeus'a karşı içinde büyük bir kin ve öfke olan Prometheus, tanrılarını inkar edecek, onları hiçe sayacak ve işleyecekleri kötülüklerle en vahşi hayvanlara bile taş çıkartacak, dünyanın başına bela olacak bir mahluk'u, insanı yaratarak intikam almaya karar verdi.


Prometheus ilk insanı çamuru göz yaşlarıyla karıştırarak yarattı.Buna aslanın gücünü, tavusun kibrini, tilkinin kurnazlığını tavşan'ın ürkekliğini kattı. Fakat insan çıplaktı, kendisini koruyacak hiç bir şeye sahip değildi. Doğduğu günden itibaren acıları, üzüntüleri, ve bitmek bilmeyen ihtiyaçları başlıyordu. İlk insan çiğ meyvalarla, kanlı etlerle beslenip, elbise yerine bitkilerin yapraklarına sarılıyorlardı. Güneşin faydalarını bilmeden kendilerini karanlık oyuklarda saklıyorlardı. Yarattığı mahluklara acıyan Prometheus insanları daha iyi bir şekilde yaşatabilmek, vahşi hayvanlara karşı etkili silahlarla koruyabilmek, toprağı sürmeye yarayacak gerekli aletleri elde edebilmek için onlara madenleri işlemeyi ve ateşi vermeye karar verdi.


İçi baştan başa oyuk fakat yanabilir bir özle kaplı olan Ferule "Şeytantersi ağacı" denilen ağaçtan bir dal koparıp Lemnos adasına gitti. Hephaistos'un (Ateş Tanrısı) alevler fışkıran ocağına yaklaştı ve madenleri eriten kızgın ateşinden bir kıvılcım çaldı. Elindeki sopanın özünün içine sakladı ve onu ilahi bir armağan olarak insanlara götürdü.


O günden itibaren insanlar ateşin yardımıyla daha iyi yaşamaya başladılar. Yiyeceklerini pişiriyorlar, soğuk havada ısınıyorlar, karanlık mağaralarda çıralı odunları yakarak birbirlerinin yüzlerini görüyorlardı. Fakat bir süre sonra nerden geldiklerini unutarak kendilerini tanrılarla eşit tutmaya başladılar. Zeus onların böyle şımarık davranacaklarını önceden tahmin ettiği için onlara ateşi vermemişti. Kendi haberi olmaksızın insanlara ateşi hediye ettiği ve onları şımarttığı için Prometheus'a kızarak onu Kafkas dağlarının en yüksek tepesine gönderdi ve ateşin, sanayinin tanrısı Hephaistos'tan onu yalçın kayalara çakmasını istedi. İlahi demirci istemeyerk Zeus'un bu emirine boyun eğdi ve Prometheus'un kollarına ayaklarına kırılmaz zincirler geçirerek onları sıkıca kayalara çaktı. Prometheus'un cezası bununlada kalmadı..her sabah, kocaman bir kartal kanatlarını açarak süzülüyor ve gelip Prometheus'un ciğerlerini yiyordu. Bu vahşi hayvan sivri tırnaklarını Prometheus'un göğsüne batırıyor ve korkunç gagası ile ciğerini didikliyordu. Akşama kadar yediği ciğer, gece sabaha kadar tekrar bitiyor, çoğalıyor eski haline geliyordu. Bu işkence tam bin sene sürecekti. Fakat otuz sene sonra Zeus Prometheus'a acıdı ve onu affederek tekrar ölümsüzler arasına Olympos dağına aldı.

ZEUS'UN DOĞUŞU




Kronos ile Rhea'nın evliliklerinden Hestia, Demeter, Hera adlarında üç kızla, Hades, Poseidon, Zeus adlı üç erkek çocuk dünyaya geldi. Babasına yaptıklarını unutmayan Kronos kendisinin de oğullarından aynı karşılığı göreceğinden korkuyordu bu yüzden Karısının her yeni doğurduğu çocuğu yutup, karnında saklıyordu.

Rhea yalnız "Zeus"u onun elinden kurtarabildi. Tanrıça gecenin karanlığından faydalanarak çabucak koşup Girit adasında "İda" dağının tepesine çıktı. Çocuğunu da beraber götürmüştü. Gaia çocuğu aldı ve onu bir mağaranın dibine sakladı. Rhea bir kocaman taşı kundak bezlerine sarıp Kronos'a verdi. Kronos bu taşıda hemen yuttu, oğlunun dünyada yaşadığını bilmiyordu. Ve ilerleyen zaman içinde oğlu büyüyüp yenilmek nedir bilmeyecek, sıkıntı nedir duymayacak, gücü ve kuvveti ile babasını kendisine boyun eğdirecek, onun bütün imtiyazlarını, şan ve şerefini elinden alacak, onun yerine bütün ölmezlerin başı olacaktı. Gerçekten Zeus, ormanların sık dalları arasında büyüdü; keçi sütünü emdi; bağırmalarını babası duymasın diye Kuretoslar da onun başında kalkanlarını çarparak gürültüler çıkardılar. Olgunluk çağına gelince Zeus saklandığı mağaradan çıktı. Kronos'u yuttuğu tanrıları ve taşı çıkarmaya zorladı. Sonra onu gökten kovup dünyanın ta dibine, yerin ve denizin alt tabakasının daha da altına attı.


Zeus karısı Hera, çocukları, kardeşleri ve öbür tanrılarla birlikte Olympos dağına yerleşip saltanat sürmeye başladı. Fakat bu sefer de karşısına; Gaia ile Uranos'un Othrys dağına yerleşmiş oğulları Titan'lar çıktı. Her iki taraf ellerine kocaman kayalar alıp savaşmaya başladılar. Pelion dağlarını Ossa dağının üzerine yığarak Titan'lar Olympos'a tırmanmaya çalıştılar. Savaşın gürültüsünden gökler, yerler, denizler sarsıldı, Tartaros yani cehennem bile o yaygara ile çalkalandı. Fakat Zeus'un Tanrısal silahına, yıldırımına hiç bir şey dayanamadı. Bereketli toprak titreyerek yanıyor, her şey kaynıyordu. Yerler parçalandı, dağlar eridi ve Titan'lar yenilerek Tartoros'a atıldılar. Hepsi de zincirlere vuruldu ve üzerlerine üçyüz kaya yuvarlandı. Helland, Yunanistan toprağı, yüksek dağları, derin uçurumları ile karmakarışık bir manzaraya sahipti. Eski Yunanlılar bunu Zeus'un Titan'larla olan savaşına bağlar.


Bundan sonra ilk zamanlarda ki karışıklık sona erdi. Kainat düzen buldu. Tabiatın kaba, vahşi ve kör kuvvetleri; Tanrısal zeka tarafından yenilmiş ve emir altına alınmış oldu.

KRONOS'UN SALTANATI



Uranos öldükten sonra Kronos kainatın tek hakimi oldu. İlk iş olarak kardeşleri Titanları yer altındaki zindanlarından çıkardı. Onun hükümdarlığı zamanında yaratılış devam etti. Khaos ile Erebos'un kızı olan Nyks, Moros "Baht"ı, Siyah Kere"Moire"yi, Thnatos"Ölümü", Hypnos "Uyku" ve "Düş" leri doğurdu. Sonra Momos "Alay", Oizys'I "Acı ve Şikayet";Okean'ın arkasında altın elmaları bekleyen "Hesperides"leri; doğumdan ölüme kadar, iyi ve kötü ömrümüzün ipliğini eğiren "Parkae"leri, Moir'ları; Klotho, Lakhesis,Atropos'ı dünyaya getirdi. Daha sonra fanilere dehşet veren Nemesis (Öc, hile,kızgınlık), Eris (Nifak) doğdular. Nifak'tan da Ponos (Izdırap), Algos(Fenalık), Loimos (Açlık), Apathe (Hile), Savaşlar, Adam öldürme, Şüphe, Zulüm, Ant doğdu.

Deniz-Pontos; Toprak-Gaia ile evlenerek, doğruyu sever hakikatli Nereus, "Kocaman" Thaumas ile Elktra'den İris; güzel saçlı Harpyi'ler doğdu. Phorkys güzel yanaklı "Keto" Çelik yürekli; Euyebie'nin doğmasına neden oldu.


Nereus ile Okeanos'un kızı Doris'ten Nereides'ler denilen elli kız doğdu Thaumas ve Elektra'den İris, güzel saçlı Harpyi'ler doğdu. Phorkys ile Kete'den "İğrenç İhtiyarlık" (Geras) dünyaya beyaz saçları ile gelen Okean'ın ötesinde Hesperides'ler ülkesinde yaşayan (Graiai)ler doğdu. Sıra Titan'lara gelmişti. Bir kısmı kendi akrabalarıyla, bir kısmı peri kızları ile evlendiler ve çocukları oldu.


Okeanos ile Thetis'ten bir erkek çocuk, ırmaklar ; üç bin kız, su perileri; sonra akıl ve hikmet Tanrıçası Metis, servet Tykhe, cehennem ırmağı Styks doğdu.

Hyperion ile Theia'dan Güneş- Helios, Ay-Selene, Şafak- Eos doğdular. Khaeos ile Phebe'den Leto, Asteria dünyaya geldiler. Krios ile Eurybia'dan Astreos, Pallas, Perseus doğdu. İapetos ile Okeanide, Klymene'den bazılarına göre Asie'den Atlas,Menoetios, Epimetheus, Prometheus doğdular. Sonradan Kronos Rhea ile evlendi.

URANOS "GÖK" VE GAİA "YER"


Evren oluştuktan sonra, onun üstünde yaşayacak ve ömür sürdürecekleri meydana getirmek gerekiyordu. Bunun için Gaia kendi oğlu Uranos ile birlikte Titanlar yarattı. Altısı dişi altısı erkek olmak üzere oniki tane olan Titanlar şunlardır; Okeanos, Koios, Hyperion, İapetos, Kronos, Theia, Rhea, Mnemosyne, Phebe, Tethys, Themis.



Uranos ile Gaia, bundan sonra Kylops'ları dünyaya getirdiler. Tanrılara benzeyen ancak alınlarının ortasında tek gözleri bulunan Kylops'lar şunlardır; Brontes, Steropes, Arges.



Bunlardan başka omuzlarından bükülmez yüzer kolları sallanan ve sırtlarına ellişer baş dizilmiş olan; Kottos, Briareos, Gyges adındaki devler dünyaya geldi. Bunlara Hekatonehires yada Centimanes derler.



Uranos tuhaf bir biçimde çocuklarından korkuyor, doğdukça onları yerin derinliklerine atıyor, oraya hapsediyordu. Bu harekete Gaia çok kızdı ve ondan yaptıklarının öcünü almaya karar verdi. Göğsünden parlak çeliği çıkararak onunla keskin bir tırpan yaptı, sonra çocuklarına planlarını anlattı.



Ama çocukları bu plandan korktular, yalnız en son doğan oğlu Kronos annesine yardım edeceğini söyledi. Akşam olunca Uranos, Gaia'yı görmeye geldi. Konuştular biraz vakit geçirdiler; sonra yattılar. Hiç bir şeyden şüphelenmeyen Uranos, derin bir uykuya dalınca, Kronos geldi ve tırpanla babasını hiç acımadan biçip, vücudunun kanlı parçalarını denize attı. Babasına ilk tırpanı attığı zaman açılan büyük yaralardan sızan siyah kan damlaları yere damlayınca yenilmez Erinyes "Hiddet"ler, korkunç Geants "Dev" ler ve Meliades perileri doğdular. Dalgaların üstünde çalkalanan et parçalarına gelince; onlarda beyaz köpüklere dönüştüler. Sonra kanlı et parçalarının meydana getirdiği bu beyaz köpükten genç ve güzel bir tanrıça olan Aphrodite doğdu. Onu dalgalar bir sedef kabuğu içersinde çiçeklerle süsleyerek Kıbrıs adasına götürdüler.

EVRENİN YARADILIŞI VE TANRILARIN DOĞUŞU

İsa'nın doğuşundan bin yıl önce; Homeros'un devrinde bile Yunan Tapınağı "mabedi" vardı. İlyada ve Odisse de yunanlıların inandıkları Tanrılar ve Tanrıçalar; efsaneleri ve özellikleri ile biliniyor, tanınıyordu.Fakat bu efsaneleri anlatan şair Homeros Tanrıların geçmişlerini ve nereden çıktıklarını hiç anlatmamıştır. O sadece Zeus'un Kronos'un oğlu olduğunu, Okeanos ile karısı Thetis'in bütün Tanrıların ve varlıkların sahibi olduğundan bahseder.


Sonraları Yunanlılar inandıkları Tanrıların tarihlerini, onların nasıl ve nereden çıktıklarını aramaya başladılar.


Eski Yunanlıların öğrenmek istedikleri ilk şey "Dünyanın yaradılışı" meselesidir. Onlar yerin, göğün, denizin, ışığın, suyun, havanın nasıl yaratıldığını bilmek istiyorlardı. Yeterli bilgileri olmadığından bütün bu şeyleri ve diğer tabiat olaylarını canlı birer varlık gibi hayal ederek, incelemeye koyuldular. Yeri, göğü, suları birer tanrı saydılar. Onlara kendi kafalarında birer insan şekli verdiler. Eski Yunanlılar, yeryüzünün yepyeni olduğu, daha kesin biçimini almadığı döneme Khaos adını takmışlardı. Khaos kelimesi büyük bir karmaşayı anlatmak için kullanılır, ve eski Yunanlılarda yeryüzünün ilk halini bir karmaşa, karışıklık olarak görüyorlardı. Efsanevi Tanrılar, işte bu el değmemiş karmaşık toprağa bir düzen getiriyorlardı.


Kargaşadan ilk çıkan Gaia yeryüzünün anası yada ana tanrıçasıydı. Gaia dünyaya bir çok tanrı ve tanrıça getirdi. Yunanistan'ın en yüce dağı, tanrıların mekanı sayılan Olympos'ta egemenlik kuran o büyük tanrılar ailesi Gaia'nın soyundan gelmedir. Gaia'nın çocukları eski çağ tanrılarının en güçlüleriydi, Yunanlılarda Romalılar da onları el üstünde tutarlardı.


Gaia ölümsüzlerin yeri olan ve yıldızlarla bezeli olan göğü yani Uranos'u yarattı. Ona, yani göğe kendisini de içine alsın kaplasın diye kendi büyüklüğünü verdi.. Ondan sonra Gaia yüksek dağları, ahenkli dalgaları bulunan Pontos'u, denizi meydana getirdi.

TANRILARIN GELİŞİ

Tanrılar Titan’lardan sonra Zeus’un başkanlığında dünyaya egemen oldular. Bunu bir kuşak değişimi olarak değerlendirmek gerekir. Yeni yönetici on iki tanrı Olympos dağında bir aile yaşamı sürüyordu. Tanrıların bir dağda bir araya gelmeleri kutsalın yükseklere eğimli olmasıyla açıklanabilir. Ancak Olympos’un nerede olduğu belli değildir. İliada’da Olympos yeryüzünün tüm dağlarından yüksek düşsel bir dağdır. İnsanlar bu dağa giremeyeceklerine göre onun bulunduğu yer önemli değildir. Olympos bulutlardan yapılmış o koca ızgaraya korundukça hiçbir insan ona adım atamayacaktır. İnsanlar göremeyecekleri bu yeri kendilerince tanıtlamak istemişlerdir. Hamilton bu tanrı katını şöyle özetler: “Tanrıların kaldığı yerler içteydi, onlar orada yaşar, orada uyur, orada şölen verirlerdi, özel içkilerini orada içer, özel yemeklerini orada yerlerdi, bu arada Apollon’un lir’ini dinlerlerdi. Burası eksiksiz bir mutluluk ülkesiydi. Hiçbir rüzgar Olympos’un dinginliğini bozamaz der Homeros. Oraya ne kar yağar ne yağmur. Bulutsuzbir gök dört bir yanı çevreler, duvarları güneşin yoğun beyazlığını yayar.” Tanrılar ailesini oluşturan on iki tanrının ve tanrıçanın adları Zeus, Hera, Poseidon, Hades, Hestia, Ares, Athena, Apollon, Aphrodite, Hermes, Artemis, Hephaistos’tur. Titanlar döneminde tanrıçalar dönemine geçişte Zeus ve kardeşleri evreni paylaştılar. Deniz ülkesi Poseidon’a, yer altı ülkesi Hades’e, gökler ülkesi Zeus’a düştü.

MİTOLOJİ

Yunancada söz, öykü anlamına gelen mitos (mythos), ilkel insan topluluklarının evreni, yeryüzünü ve tabiat olaylarını kişileştirerek yorumlama ve henüz sırrını çözemedikleri yaşamla ilgili her türlü oluşumu anlamlı bir biçimde açıklama gereksiniminden doğmuş öykülerdir. Eski çağ insanlarında doğa güçlerinin fizik ve etik etkilerini yansıtan mitoslar, dinlerin de başlangıcıdırlar. İlkel insanın fizik atılımlarına ek olarak metafizik ve psikolojik davranış ile yer yer tarihsel ve sosyolojik unsurları da içerirler. Örneğin; Homeros'un ünlü İlyada ve Odysseia adlı iki eserinin çıkış noktasını Akhalar ve Troyalılar arasındaki ünlü savaş oluşturur. İlyada'da savaşın son günleri, Odysseia'da ise savaşın sona ermesinden sonra evine dönmeye çalışan Odysseus adlı kahramanın hikayesi anlatılır.



Mitoslar taşıdıkları sezgi gücü, insanın doğasında var olan zaaf ve tutkuları ortaya koymasıyla çağlar üstü bir kesinliğe, çok yönlü bir kullanışa imkan verir. Bunun sonucu olarak mitoslar, günümüze değin sanatın yararlandığı bir ilham ve kültür kaynağı olmuştur.


Mitoloji, mitoslar bilimi ve mitosların sistemli bir şekilde toplamı demektir. Mitos çok tanrılı bir dinin tanrıları üzerine anlatılan efsane, mitoloji de bu efsanelerin bir araya geldiği kitap olduğuna göre mitoloji ilkçağın din kitabı olabilir mi? Olamaz, çünkü bu efsaneler tek tanrılı dinlerde söz konusu edilen inanç düzeyine hiçbir zaman ulaşmamıştır. İlkçağın mitosu laiktir ve din adamının değil sanatçının uğraşıdır. Sözlü ya da yazılı edebiyat ve sanat kollarının hepsinde konu edilen ve işlendikçe değişen mitoslar ne kadar ozan, yazar ya da sanatçı varsa o kadar biçim almış hiçbir zaman tek tanrılı dinlerin kutsal kitapları gibi değişmez ve mutlak bir hale gelmemiştir. Öylesine bir çeşitlilik ve özgürlük vardır ki Tanrıça Artemis Batı Anadolu'da başka, Yunanistan'da başkadır. Bölge bölge tanrıların özellikleri değişir. Daha eski yerel bir inancın etkilerini, yeni inanca aktarılmış olarak bulmak mümkündür. Örneğin eski adı Kilikia olan Silifke-Adana arasındaki bölgede yoğun bir biçimde tapınılan Zeus Olbios bir fırtınalar tanrısıdır. Oysa başka hiçbir yerde Zeus'un bu özelliği bu denli vurgulanmamıştır.


Mitosun gerçekle ilişkisi olup olmadığına gelince, mitosun gerçeği kendi içinde aranmalıdır.


Çok sayıda kent devletine ayrılmış olan Yunanistan'ın her bölgesi kendi yerli mitosunu yaratmıştır. Helenistik dönemde çoğalan ve karmaşık bir hale gelen efsaneleri toplama ve derleme işine girişilmiştir. Bu dönem İskenderiye ve Bergama kitaplıklarının kurulup, çalışmaya açıldığı ve elyazmalarının çoğaldığı eleştirel bir dönemdir. Efsane oluşturma Roma döneminde de devam etmiştir. Roma, Yunan mitolojisinden etkilenerek kendi din ve mitolojisini kurmak ister.Yunan tanrılarını kendi tanrılarıyla bir tutarak isimlerini değiştirir, efsanelerinin kimini benimser, kimini atar ve kimini de yerli efsaneleriyle karıştırır.


Mitoloji denince akla ilk gelen Yunan-Roma mitolojisidir. Bu hatalı bir anlayıştır. Aslında bir Akdeniz çevresi efsaneler topluluğu vardır. Onun Yunan ve Roma'ya mal edilmesi, bu efsanelerin Yunan ve Romalı yazarlar tarafından yazılmasından kaynaklanır. Bu efsanelerin çıkış yeri Anadolu, Girit, Mısır ve Mezopotamya'dır.

ÇANAKKALE BOĞAZI İLE İLGİLİ EFSANELER

Efsaneye göre Denizlerin efendisi olan Poseidon, Çanakkale Boğazı'nı karaların arasına girerek ve toprakları ikiye bölerek açmıştı.



Yunanistan'ın Thebai kentinin kralı Anthamas ile güzel karısı Nephele'nin Phriksos adında bir erkek ve Helle adında bir kız çocuğu vardı. Ancak kral bir süre sonra karısından bıkarak ikinci bir kadınla evlenir. Anthamas'ın ilk karısını ve çocuklarını kıskanan kadın kahinleri etkileyerek, O sırada sürmekte olan kıtlığın giderilmesi için iki çocuğun kurban edilmesi gerektiğini söyletir. Kurban töreni sırasında Nephele (kelime anlamı bulut) ikisini de bir buluta sararak kaçırır.Çocukları kanatlı ve altın bir posta bindirerek Karadeniz'e yollar. Ancak Çanakkale Boğazı'nı geçerlerken büyük bir fırtına kopar ve Helle denize düşerek boğulur. Ondan sonra da buraya Helle'nin denizi anlamına gelen Hellespontos adı verilir. Herodot tarihinde Helle'nin mezarının Kardiya (Bolayır)'da olduğu belirtilmektedir. Phriksos Karadeniz'de Kolktis'e (Gürcistan) vardıktan sonra koçu Zeus'a kurban eder.


Dardanel Boğazı'nın efsanesi ise şöyledir; Okeanos'la Tethy'in venmelerinden Elektra adlı güzel bir kız doğmuştur. Kıza aşık olan Zeus, Elektra'yla zorla sevişir ve Elektra Dardonos adında bir erkek çocuk doğurur. Daha sonra Çanakkale'ye gelen Dardanos kralın kızıyla evlenerek Dardania adlı bir kent kurar. Çanakkale Boğazı'nın adı da Dardanos'tan Dardanel olur.



Dardanos'un oğlu Tros, bu bölgeye Troad, halkına da Troyalı adını verir. Onun oğlu İlus da kente kenti adını koyar ve kent ondan sonra İlium olarak tanınır.



Hera, Zeus'un diğer sevgilileri gibi Elektra'nın da farkına varmış, Elektra'dan doğacak Zeus soyunu lanetlemiştir. Gerçekten de bu lanet tutar ve Troya yerle bir olur.



Çanakkale ile ilgili bir başka efsane de Hero ile Leandros öyküsüdür. Bir zamanlar Çanakkale'nin Anadolu kıyısında, Nara kıyısında Abydos olarak anılan çok eski bir kent varmış. Abydos'un karşı kıyısında, Trakya tarafında Miletoslular tarafından kurulan Sestos adında bir kent daha varmış. Bu iki kent arası Boğaz'ın en dar yeriymiş. Sestos'ta Aphrodite'nin ölen sevgilisi Adonis için her yıl şenlikler düzenlenirmiş.Bu törenlerden biri sırasında Abydos kralının oğlu Leandros, Aphrodite'nin rahibesi Sestoslu güzel Hero'ya aşık olmuş.Ancak nevar ki Hero da ona aşık olmasına rağmen rahibe olduğu için evlenmemişler.Bu iki sevgilinin birbirlerini görmelerini engelleyemiş.Leandros her gece Marmara'nın bembeyaz köpükleri üzerine binerek karşı kıyıya, sevglisini görmeye gidermiş. Efsaneye göre Hero da her gece bir kuleye çıkarak, elinde tuttuğu meşaleyle, denizde yüzmekte olduğu sevgiisine yol gösterirmiş. Hero zaman zaman çok korkmasına rağmen ona gelme diyemez, en azgın fırtınalarda bile meşaleyi yanına çağırırmış. Bir gece denizde korkunç bir fırtına patlamış ve Hero'nun meşalesini söndürmüştü. Yolun yarısındayken ışık sönünce nereye yüzeceğini bilemeyen Leandros sonunda dalgalara yenik düşüp boğuldu. Cesedi sabahleyin Sestos kıyılarına vurdu. Hero da sevgilisinin ölüsünü görünce kendisini kuleden atarak canına kıydı.

YUNAN MİTOLOJİSİNE GÖRE EVRENİN YARATILIŞI

Evrenin oluşumu en eski çağlarda bile çok merak edilmiş konulardan biridir. Homeros başlangıç olarak suyu kabul eder. Bir disk şeklinde olan yeryüzünün çevresini Okeanos denilen bir ırmağın kuşattığını söyler. Hesiodos'un evrenin oluşumuyla ilgili açıklaması antik çağda daha çok kabül görmüştür. Tanrıların yaratılışı (Theogonie) adlı eserinde dünyanın oluşumunu şöyle açıklar; "Evren yaratılmadan önce, başlangıçta Khaos denilen boşluk ya da şekil verilmemiş bir adam vardı. Khaos'tan Gaia yani toprak meydana geldi. Gaia kendi kendine kocasız olarak (Parthenogenesis), Pontos (deniz) ve Uranos (gök)'u meydana getirdi. Bundan sonra da Gaia, Eros'un etkisiyle kendinden olma Uranos ve Pontos ile birleşmiştir.



Pontos ve Gaia'nın birleşmesinden Nereus, Thaumas, Phorkys ve Keto doğmuştur. Tanrıların atası sayılan Uranos'un Gaia ile birleşmesinden Tepegözler de denilen Kyklop'lar, yüzer kolları olan Hekatonheir'ler ve Titanlar meydana geldi.



Başlangıçta en büyük tanrı Uranos'tur. Uranos kendi çocukları Kyklopların çok kuvvetlendiklerini görünce onları yeraltının en karanlık yeri olan Tartaros'a hapsetmiştir. Analık duyguları kabaran Gaia, diğer çocukları olan Titanları yardıma çağırmış, bu çağrıya yalnız en küçük oğul Kronos yanıt vermiştir. Toprağın altında demir madenini yetiştiren Kronos bu madenle kendine bir orak yapmıştı. Yaptığı orakla babası Uronos'un cinsel organını kesmiştir.



Tahtından düşen Uranos, oğlu Kronos'a "senin bana yaptıklarını çocuklarında sana yapacak" demiştir.



Bundan böyle evrenin sahibi olan Kronos'un kızkardeşi Rheia ile evliliğinden Zeus, Hades, Poseidon, Hestia, Hera ve Demeter olmak üzere altı çocuğu olmuştur. Evrenin yönetimini tek başında elinde tutan Kronos'ta (Satürn) egemenliği başka biriyle paylaşmak istemediğinden doğan çocuklarını yutuyordu. Rheia en son doğan Zeus'u babasına vermedi ve onun yerine bir kaya parçası yutturdu. Zeus Girit'te bir mağarada Rheia'nın rahipleri Kuret'ler tarafından büyütüldü. Amaltheia adlı keçi onu sütüyle besledi. Zeus büyüdükten sonra kardeşlerini babasının midesinden kurtarmıştır. Onlarla beraber titanlar savaşı başlamıştır. Zeus, Tartaros'tan Kyklopları ile Hekatonkheir'ları da kurtarmıştır. Kykloplar ona gökgürültüsünü ve şimşeği hediye etmişlerdir.



Zeus yeraltını kardeşi Hades'e, denizleri Poseidon'a vermiştir. Kendisi de gökler tanrısı olmuştur.
(Poseidon konuşur)


Dünya üçe bölündü, üçümüzde aldık payımızı,

Kura çekildi, köpüklü deniz düştü bana...

Sisli karanlıklar ülkesi düştü Hades'in payına...



İnanca göre Yunan tanrıları, Yunanistan'da Teselya ve Makedonya arasında yer alan Olympos Dağı 'ndaki Hephaistos'un inşa ettiği muhteşem saraylarında yaşar, Nektar içip Ambrosia yiyerek beslenirlerdi. Zeus'un kardeşleri, ölümlü ve ölümsüz kadınlardan olan çocuklarına Olymposlu Tanrılar Kuşağı olarak adlandırılmışlardır.

yunan ve roma mitolojisinin kaynakları

Homeros: Yunan mitolojisinin ilk ve en önemli kaynağı Homeros'tur. Homeros'un kim olduğu henüz tam olarak ortaya çıkmış değil. Pek çok açıdan bizler için hala bir sır. Nerede doğduğu ve yaşadığı konusunda hayli yazılmış ve çizilmiş ama bunların pek çoğu birbirini tutmamaktadır. Onu ölümsüzlüğe ulaştıran iki eseri ile tanınmaktadır. Bunlar İlyada ve Odysseia'dır. Ancak bu iki eserde de kendi yaşamıyla ilgili bilgi yoktur, ozan kendinden söz etmemiştir. Homeros hakkında bilinen en kesin şeyler MÖ.850 civarında yaşadığı ve İzmirli olduğudur.



Homeros'un destanları gerçek bir dünyayı anlatır. Bu dünya iki tarih tabakası üzerine yayılır; kendi yaşadığı çağ ve eski çağlar üzerine bildikleri. Homeros sözlü geleneği sürdüren bir ozandı. Daha sonra ki ozanlar gibi O da muhtemelen saraydan saraya dolaşıp destan okurdu. Yaşadığı 9.yy.ın İonyası'nda 400 yıl önce yapılmış olan Troya Savaşı (MÖ.1200) anıları hala çok canlı ve çok iyi bilinen bir konuydu. Ne var ki bu savaşta Troya yenilmiş ve efsanenin süslediği bu olay Yunanistan'dan gelen Akhaların zaferiyle sonuçlanmıştı. Homeros'un sevgisi Troya'ya olsa bile dinleyicilerine yani efendisi olan Yunanlılar'a karşı kendisini beğendirmesinin koşulu Akhaları kahraman ve üstün görmekti.


Hem İlyada hem de Odysseia sözlü geleneğin ürünleridir. İlk kez yazıya geçirilişi İlk Çağ'da, Yunanistan'da olmuştur.


Homeros'un Troyası Schliemann'ın 1870'lerde ortaya çıkardığı bölüm değildir. Schliemann öyle olduğunu zannetmişti, ancak onun bulduğu kent, 9 katlı yerleşimin ikinci katmanı yani Anadolu'nun Tunç Çağı'na ait olan katmandır.Homeros'un Troyası ise altıncı katmandır.


İlyada; Homeros'un Yunanca İlias adını taşıyan destanı, İlyon ya da Troya olarak anılan kentin destanıdır. Konusu Troya Savaşı olmakla beraber, savaşın ancak kısa bir dönemini kapsar ve Troya efsaneleri diye andığımız büyük efsane ve masal çemberinin küçük bir bölümünü içine alır.


Troyalılar ile Akhalar arasınadaki Troya Savaşı, öncesi ve sonrasıyla 30 yıl sürmüştür (savaşın kendisi ise 10 yıl).24 bölüm ve 16.000'i aşkın dizeden oluşan bu büyük destan ise savaşın tamamını değil, 9.yılında son 51 günlük süreyi kapsar. İlyada aslında Troya'nın değil Akhilleus'un destanıdır.


İlyada destanının konusu sınırlıdır. Destan Akhilleus ile Yunan ordusunun başkomutanı Agamemnon arasında, Troya kenti önünde çıkan bir kavgayla başlar. Agamemnon, Akhilleus'un güzel gözdesi Briseis'i onun elinden almıştır. Buna kızan Akhilleus savaştan çekilir. Annesi Thetis'in yalvarmaları üzerine Zeus da savaşın seyrini Troyalılardan yana çevirir. Bunun üzerine Agamemnon Akhilleus'a bir ricacılar heyeti gönderir ve ona Briseis'i geri vermeyi teklif eder. Ancak Akhilleus savaşa dönmeyi reddeder. Bu sırada Troya kahramanı Hektor, Yunan gemilerini yakmıştır. Dostunun ölümü Akhilleus'un savaşa girmesine yolaçar. Yeni silahlarını kuşanarak Hektor'la teke tek bir mücadeleye girişir ve Hektor'u öldürür. Ölüsünü bir arabaya bağlayarak Troya çevresinde sürükletir. Sonunda merhamete gelip Hektor'un cesedini babası Troya Kralı yaşlı Priamos'a verir.

Odysseia; İlyada bir olayın, Odysseia bir kişinin yani Ithaka kralı Odysseus'un destanıdır. Latin dünyasındaki adı Ulisex'tir. 24 bölümden oluşan destan, Odysseus'un Troya'dan ülkesine dönüş yolculuğunu anlatır. Olaylar burada da İlyada'da olduğu gibi belli bir kronolojik sıraya göre anlatılmaz.

Odysseus evinden 20 yıl uzak kalmıştır. Dönüş yolculuğunda gemisi parçalanır ve Ogygia adasında nymphe Kalypso tarafından alıkonur.Destanda Odysseus'un ülkesi Ithaka'da olup bitenlerde ahlatılır.Sadık karısı Penelope sabırla kocasının dönüşünü beklemiş, oğlu Telemakhos büyümüş, babasını aramak için yolculuğa çıkmıştır. Destan, Odysseus'un ülkesine dönüşü ve kendisini bekleyen karısına kavuşmasıyla sona erer.


Yunan mitolojisi hakkında ikinci önemli kaynak Hesiodos'tur.MÖ.8.yy.da yaşamıştır. O da İonyalı'dır. Foça'nın kuzeydoğusundaki Kyme şehrinde, yoksul bir çiftçinin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Buradan Yunanistan'a göç etmiş, Helikon yamaçlarında koyun güderken Musalar yani esin perileri ona şairlik bağışlamışlardır. İşler ve Günler[3] ve Tanrıların Yaratılışı (Theogonie) isimli iki uzun şiiri bulunmaktadır.Bunlar, Homeros destanlarından sonra Yunan mitolojisinin en değerli kaynakları olarak kabul edilir.


MÖ.7.-6.yy.da Lesbos (Midilli) adasında yaşamış ilk Yunan kadın şairi olan Sappho, Pindaros (MÖ 518-446), Kallimakhos (MÖ 310-240) ve Theokritos (MÖ 3.yy başları) Yunan mitoslarını işleyen diğer ünlü Yunan şairleridir. Eserlerinde mitosları işlemiş Latin şairleri de bulunmaktadır. Bunların en ünlüsü MÖ 70-19 yılları arasında yaşamış olan Vergilius'tur. Mitolojiye en geniş şekilde kucaklayan eseri Aeneis Destanı'dır. Lucretius (MÖ.98-55) ve Horatius (MÖ 65-8)'ta mitolojiyi işleyen ünlü Romalı şairlerdir.



Ayrıca Yunan komedi ve özellikle de tragedyalarının tek kaynağı mitoslardır. MÖ 5.yy'da yaşamış olan üç büyük tragedya yazarı Aiskhylos, Sophokles ve Euripides ile komedya türünde yazmış olan Aristophanes, Latin edebiyatında ise Seneca (MÖ 4-MS 65) ile Plautus mitolojik konuları ele alan şairlerdir

MİTOLOJİ'NİN DOĞUŞU, ANLAMI VE ETKİLERİ

Eski Yunan dilinde söz kavramını veren 3 kelime vardır; mitos, epos ve logos.



Mitos söylenen ya da duyulan sözdür, masal, öykü veya efsane anlamına gelir.Ancak insanlar gördüklerini, duyduklarını anlatırken kendilerinden de pek çok şey eklediklerinden mitoslara pek güven olmaz. Bu nedenle tarihçi Herodot, mitosa tarihi değeri olmayan güvenilmez söylenti demektedir. Platon'da mitosu, gerçekle ilişkisiz, uydurma boş ve gülünç bir masal diye tanımlar.



Epos, mitostan daha değişik bir anlam taşır. Belli bir düzen ve ölçüye göre söylenen, okunan sözdür ve insana tanrı armağanı olarak görülmüştür. Epos, şiir, destan ve ezgi anlamına gelmiş, ozan ve edebiyatçıların dilinde insanları büyülemiştir. Eskiçağlardan bugüne epik ya da epope olarak tüm Batı dillerine yerleşmiştir.


Mitosla, epos arasında başlangıçtan itibaren bir yakınlık vardır; Mitos eposun içeriğidir ve çekirdeğini oluşturur. Epos ise mitosu biçimlendirir. Böylece epos mitosun aldığı ölçülü, süslü ve dengeli biçim olarak karşımıza çıkar ve epos ne kadar güzel ve başarılıysa mitos o kadar etkileyici olur.

Logos ise epos ve mitostan bütünüyle farklıdır. Logos gerçeğin insan sözüyle dile gelmesidir. Logos insanda düşünce, doğada kanundur. Her yerde ve her şeyde vardır.Ortaklaşa ve tanrısaldır.Düşünürün asıl görevi logosu bulmak ve sözle dile getirmektir. Logosla açılan bu yol doğruca bilime ulaşmıştır.Logos ya da loji (logia) bugün herhangi bir bilim dalını belirtmek için kullanılan ek olmuştur (Arkeoloji (eski bilimi), Jinekoloji (kadın bilimi) gibi).


Mitosla epos uyumlu bir şekilde birleştikleri halde, logos ile aralarında gittikçe kesinleşen bir karşıtlık bulunmaktadır. Antikçağ bilginleri insanı ve evreni anlatırken, mitosun uydurduğu eposun dile getirdiği tanrı masallarını zararlı bulurlar. Fakat yine epos (epik) türden yararlanmışlardır. Platon bile Homeros'u tanrılarla ilgili yalan uydurmakla suçlarken, kendisi de tanrılar katındaki gerçeği açıklarken doğaüstü kanıtlara yönelir ve bir mitos uydurur. Aslında bu İlkçağ insanının yazgısıdır ve mitostan ayrı düşünemez.

ADONİS




Kıbrıs'ın ilk kralı Kinyras ya da Suriye kralı Theias'ın oğludur. Köken ve kaynak olarak güney Akdeniz ve Anadolu efsanelerine bağlıdır. Özellikle Sümer ve Hitit kaynaklarından gelmektedir (Sümer'deki Dumizzi/Temmuz-İnanna/İştar ve Hitit bereket tanrısı Telepinu, Kybele-Attis efsaneleri).




Tanrıça Aphrodite'nin lanetine uğrayan kralın kızı Myrrha ya da Smyrna babasına aşık olarak onunla birlikte olmuştur.Bunun farkına varan kral, bu günahı temizlemek için kızını öldürmeye kalkmış, ancak tanrılar araya girerek Myrrha'yı kurtarmak için onu bir mersin ağacına dönüştürmüştür. 10 ay sonra bu ağacın kabuğundan çok güzel bir bebek olan Adonis çıkmıştır. Çocuğa aşık olan Aphrodite onu gözlerden uzak tutmak için Persephone'a emanet etmiş ancak Persephone'da Aronis'e aşık olarak onu geriye vermemiştir. Bunun üzerine araya giren Zeus, Adonis'in yılın dört ayını Persephone, dört ayını Aphrodit, geriye kalan zamanı da gönlünce geçirmesine karar vermiştir. Adonis'de kalan zamanını Aprodite'Ye ayırmıştır. Kıskançılğa kapılan Ares ya da Artemis, Adonis'in üstüne bir yaban domuzu salmış ve domuzun boynuzuyla yaralanan Adonis bir süre sonra ölmüştür. Kanından baharçiçekleri bitmiştir. Adonis'in yardımına koşan Aphrodite'den, ayağına batan diken nedeniyle akan kan tanrıçanın çiçeği olan beyaz gülü kırmızıya boyamıştır.






Kışın yeraltında yaşayan baharla birlikte yeryüzüne çıkan Adonis, toprağın ve bitkilerin yeniden canlanışını simgeler.Adonistörenleri yazın en sıcak zamanında yapılır. Ölü Adonis'i temsil eden küçük bir tahta heykel etrafına kadınlar saksılar içinde solmuş çiçekler dizerler ve ağıt yakarlar.













































HEBE


Hebe, Yunanca gençlik demektir. Zeus'la Hera'nın kızı. Olympos'ta her işe yatkın bir çeşit ev kızıdır. Asıl görevi tanrılara içki (ambrosia) sunmaktır. Bu görevi güzel delikanlı Ganymedes'e bıraktı.
Hebe'nin kendine özgü bir efsanesi yoktur, yalnızca Herakles efsanesinde adı geçer. Hebe ile Herakles evlenmiştir.
Hebe Yunan öncesinde de tapınılan bir tanrıçadır. Hebe Hitit yazıtlarında Hepa, Hepat yada Hepatu diye adlandırılan büyük güneş tanrıçası Arianna'nın Yunancalaştırılmış adı olsa gerek. Hitit metinlerinde bu tanrıçaya sedir ağaçlarının ülkesinde yani Lübnan, Filistin'de tapınıldığı söylenir. Hepa/Hebe ise Tevrat'ta ilk insanın yani Adem'in eşi ve bütün insanların anası olarak gösterilen Havva'nın ta kendisidir.
Bu bakımdan Hepa/Hebe ile Ana tanrıça arasında doğrudan bir ilişki kurulabilir ve Hepa/Hebe adının Kybele'nin çeşitli adlarından biri olduğu anlaşılır.

KENTAUR





Kentaurlar mitoslarda sık sık karşımıza çıkan at adamlardır. Teselya kralı İksion ile Hera'nın buluttan yapılmış görüntüsünden doğmuşlardır. Önden bakıldığında baş, göğüs ve kolları kimi zaman da ön bacakları insan, karınlarının arkası ve arka bacakları at biçimindedir. Yele ve kuyrukları vardır. Kentaurlar dağlarda yaşar ve çiğ et yerler. Yabanıl ve azgın yaratıklardır. Herakles ve Dionysos efsanelerinde önemli rol oynayan Kheiron'la Pholos iyi ve yararlı olan Kentavroslardır.







Kentaurlar İlkçağ'dan itibaren ressam ve heykeltraşlara sık sık konu olmuşlardır. Bu eserlerin en ünlüsü heykeltraş Phidias tarafından Parthenon Tapınağı'nın metoplarına yapılan kabartmalardır. Kabartmalarda Lapithlerle, Kentaurlar arasındaki savaş anlatılmıştır.

EROS




İlkçağ'ın en eski metinlerinden itibaren karşımıza çıkan, evrensel birleşme ve üremeyi simgeleyen doğal güçtür. Hesiodos'a göre Eros, Khaos'tan sonra ortaya çıkan Gaia ve Tartaros'la birlikte ilk evrensel güçtür. Bazı anlatımlarda tanrı değil, ölümlü-ölümsüz arası bir varlık, yani cindir. Bir başka efsaneye göre Eros, Yoksulluk Tanrıçası Penia ile Bolluk tanrısının Poros oğludur. Bazı önemli efsanelerde de Aphrodite ile Hermes'in oğlu olarak karşımıza çıkar. Anteros (Karşılıklı aşk) adıyla anılan Eros efsaneleri, Eros'un özündeki çok yönlülüğü dile getirmek için sonradan uydurulmuş olmalıdır.


Eros İlkçağdan itibaren hem şair, hem de ressam ve heykeltraşların başlıca konularından biri olmuştur.Yunan mitolojisindeki başlangıçtaki evrensel güç ilkesinden giderek değişmiş, insanları oklarıyla kovalayan ve yaralayan, alaycı yaramaz ve hatta zaman zaman oldukça tehlikeli bir çocuk kimliğine bürünmüştür.


Tasvirlerin çoğunda Eros ya küçük, tombul, yaramaz kanatlı bir bebek ya da çok genç sırtında kanatları olan bir delikanlı olarak görülür. Delikanlı olarak gösterildiğinde ya da anlatıldığında, Eros'un tıpkı kelebek gibi kanatlı, uçan çok güzel bir genç kız olarak tasvir edilen Psykhe (ruh) adında bir sevgilisinden söz edilir. Eros ile Psykhe'nin aşkını anlatan bir masal dilden dile dolaşır.